KARADAYI - 4
geçen haftadan devam…
Çalıştım, çabaladım. Burada namuslu, kendi halinde bir aile babası oldum. Lakin oğul; Karadayı burada da içinin bütün ateşini dışarı vuran alev gibi, bir ah çekti ve devam etti.
Lakin oğul; felek bana yar olmadı, bahtım beni güldürmedi, kader bana bunu çok görmüştü. Karım iyi bir hatundu. Gül gibi geçinip giderken ve onu pek çok sevdiğim bir zamanda elimden aldı. İki oğlum küçük yaşında talihsiz babalarının kucağında kaldılar. Tarlalara çalışmaya giderken birini sırtıma alır öbürünü de elinden tutar götürürdüm. Küçük toprakların üstünde yuvarlanıp emeklerken büyüğü benim yanımda dolaşırdı. Bir gün tarlada yılan mı soktu, bir şey mi ısırdı ne oldu bilmiyorum. Mosmor şişip kaskatı kesildi. Onu ellerimle açtığım bir çukura gözyaşlarımla yıkayıp gömdüm. Öbürünü bin bir zahmetle büyüttüm. Yetiştirdim. Bütün günümü ve ömrümü ona bağlamıştım. Her şeyim ondan ibaretti. Bir gün yine çiftlikte tarlalara gidiyorduk. Nerden atıldığını bilmediğim bir eşkıya kurşunu da onu alıp götürdü.
Ben, hep bu acıları çekmek için yaratılmış gibi yapa yalnız kaldım. Artık ben de ben olmaktan çıkmıştım. Ne çalışabiliyor ne de dünyadan bir tad alıyordum. İşe giderdim, giderdim ama bir yere dalar kalırdım. Gözümün önüne hep gözümün önünde ölenlerin güzel yüzleri gelir onları seyretmekle doyamazdım. Onlarla konuşur, gülüşürdüm. Her gün, her gün böyle saatlerce dalgın dalgı onlarla meşgul olurdum. Nihayet beni delidir deyip çıkardılar. Çiftlikten de yol verdiler. İşte oğul; ben hala her gün karımın ve çocuklarımın yüzünü görüyorum onlarla konuşuyorum. Kalabalık yerleri sevmiyorlar. Onun için buralara geliyorum, bu çeşmenin başı bizim her gün buluştuğumuz yerdir. Sen gelmeden önce onlar vardı. Şimdi gittiler. İşte bu köpek ne tuhaftır. Onlar ne vakit yanımdan uzaklaşırlarsa bu köpek yanıma gelir beni yalnız bırakmaz. Anladın mı yavrum. Karadayı, Deli Şaban işte böyle…
Sözünü bitirince gözlerini yere çevirdi. Biraz evvelki gülümseyen yüzü yine gerildi, bu acı ve feci hatıranın tekmil ateşi yüzünü sarmıştı. Kıpkırmızı yanıyordu.
Akşam yaklaşmış, güneş denizin içine gömülüyor, sarı yaprakların arasında altın bir ışık eriyor gibi idi.
***
Aradan ne kadar zaman geçti, neler geçti ve Karadayı nelerle meşgul oldu ve nasıl bir ömür geçirdi bunu pek bilmiyorum. Fakat onu zaman zaman yine sokakta görüyordum. Fakat ara sıra beş on para verip uzaklaşırdım. Bir gün, bir kış günü akşama yakın bir zamandı, sert bir poyraz, kuru dalları çatırdatıyor, camları zorlayarak keskin ve soğuk bir musiki husule getiriyordu. Kesik kesik, korkak bir ahenkle kapımız vuruluyordu. Doğrusu ya, bu soğuk kış akşamında böyle vakitsiz kapı çalınması hiç te hoşuma gitmemişti, çünkü kapıyı ben açmaya mecburdum. İsteksiz isteksiz yerimden kalktım, elimdeki kitabı bir tarafa bıraktı kapıyı açtım.
Karadayı’nın esmer ve kuru yüzü sararmış, kirli ve balmumundan yapılmış bir çehre gibi idi, kuru bir kamış gibi titriyordu.
- Hayrola Karadayı; bu ne hal? diye sordum. Paslı bir kilit mandalı gibi zorlukla açılan boğazından boğuk ve iniltili bir ses çıktı.
- Bana bir yer, oğul; bir yer! orada yatayım, dedi ve düştü.
Hemen kollarına sarıldım ve koskoca adam bir kuş ölüsü kadar hafifti kucaklayıp kaldırdım. Merdivenlerden yukarı çıkarıyordum. Annem karşıma dikildi.
- Ne yapıyorsun ne yapıyorsun? yukarı getirme, dur bakalım nedir? ne olmuş? Ben adeta hiddetlenmiştim. Annemin meşhur titizliği yine üstünde idi, fakat böyle bir zamanda böyle bir zavallıya karşı bu muamele ne demekti? Onu dinlemedim yürümek istedim. Karadayı, kuru ve kadit elini sallayarak mumaneat etti ve o da yukarı çıkmak istemedi. Tekrar avluya indik, onu bir tahta kerevetin üzerine koydum, hemen uzandı. Annemle ikimiz birbirimize bakıştık ben öfkelenmiştim. Anneme söylemek istedim fakat onun yüzünde aşikâr bir hüzün vardı, gözleri dolmuştu. Annem dua eder gibi ellerini havaya açarak:
- Rabbim kimsesizleri, kimsesiz bırakma; zavallı Şaban, ne hallere gelmiş şuna bak. vaktile dağ gibi adamdı diyordu. Artık anneme söylenecek bir şey yoktu o da acıyordu. Bana dönerek:
- Haydi çocuğum bir bardak çay verelim de biraz içi kızışır belki.
Yukarı çıktık annem çayı hazırlarken;
- Kim bilir hastalığı nedir? belki geçici, bulaşıcı bir şeydir. Ve hem de muhakkak ki üstü başı kirli ve böceklidir. Yukarı almak bizim için tehlikelidir. Onu aşağıda bir yere yatıralım da orada bakalım diyordu. Benim gönlüm buna hiç te razı değildi, istiyordum ki yukarıda bizimle beraber sobanın arkasında yatsın ve otursun. Bu fikrimi söyledim, annem tekrar ve yumuşak bir sesle;
- Olmaz, olmaz yavrum; evet dediğin doğru ve lazım, fakat ben gül gibi çocuklarımı zehirleyemem. Böyle garip ve yoksulları himaye edecek yerler olmalıdır. Belediye bunlar için bir çare düşünmeli ve bir hastahane açmalıdır. Biz eylik edelim derken biz de büyük bir felakete düşeriz, cevabı ile sözümü kesti.
devam edecek…
14.10.2022
Süleyman Yapıcı
Günışığı Gazetesi