KARADAYI – 3
geçen haftadan devam…
Dudaklarında bir tebessüm gerili kaldı, başını önüne eğmişti. Gülüyor mu yoksa ağlıyor mu idi? Yüzünde pek hazin ve pek acınacak bir hal vardı. O anda muhakkak ki içinde bir alem yıkılmıştı. Ve mazinin kim bilir bir ihtilacı çırpınıyordu. Dudaklarında hala o gergin tebessüm vardı. Sanki gülerken birdenbire donmuş ve öylece taş kesilmiş gibi idi. Benim de yüreğimde ince bir ağrı hasıl olmuştu. Keşki sormasa idim. Diye düşünüyordum. O birdenbire başını kaldırdı:
- Ah, ah Küçük Bey; bilmeden beni ta yüreğimden vurdun, içimi kanattın. Nedeceksin, benim kara gönlü ömrümü nedeceksin? O bir zehir deryasıdır, seni içinde boğmak istemem. Gel vazgeç bundan. Karadayı’yı hakikaten çok müteessir etmiştim. Sorduğuma soracağıma pişman oldum.
- Pek iyi Karadayı pek iyi, kusura bakma, bilmedim, seni bu kadar dertlendireceğimi bilse idim hiç sorar mı idim. Beni affet Karadayı. O, hiçbir cevap vermedi. Bulanık gözlerini toprağa dikmiş düşünüyordu. Acıklı bir mazinin bütün ızdırapları o anda içini tutuşturmuştu. Derin ve kesin bir nefes aldı. Ben kalkıp gitmek istedim, kolumdan tutarak;
- Dur evlat; dur da dinle! Artık söyleyeceğim; madem ki beni merak edip beni anlamak istedin seni muradına erdireyim. Karadayı’yı öğren.
Oğul; ben memleketimin iyi kötü öne delen bir ailenin çocuğu idim. Çocukluk ömrümü pek rahat ve pek varlıklı geçirmiştim. Bir sözüm iki olmaz, bir dileğim geri kalmazdı. Anam, babam da üstüme ayrı ayrı titrerler beni kucaklarından yere koymazlardı. Güneş vurup kararacak, soğuk alıp sararacak, hasta olup solacak diye beni odadan dışarı çıkarmazlardı. Ben on yaşını geçtim hala böyle büyüyordum. Orada oynayan, koşan, yuvarlanan bir sürü çocuk görürdüm. Fakat onlara alışmadığım için onlardan uzak durur ve korka korka onları seyrederdim. Mahalle çocukları; ah! bu mahalle çocukları!.. şimdi olduğu gibi o zamanda da bana düşman kesilmişlerdi. Bazen ben korkutmak için gözlerini açıp üzerime koşarlar.
Dur şunu, şu kabak çiçeğini koparalım diye korkuturlardı. Ben de zırıl zırıl ağlayarak eve kendimi dar atar ve uzun müddet sokağa çıkamazdım. Uzatmayalım geçmiş gün, seneler böyle geçti fakat benim adım Kabakçiçeği, Korkak, Nanemolla gibi çeşit çeşit isimler aldı. En ziyade gücüme giden korkak sözü ile Kabakçiçeği idi. Bunu o kadar çok ve o kadar acı söylerlerdi ki ben de kendimin korkak olduğuma inanırdım. Yirmi yaşına gelmiştim. Hala hava biraz karardığı zaman dışarda kalamaz eve koşardım. Böyle olmakla beraber korkaklığımı da her kesten saklamak isterdim, korkak diyenlere kızardım. Lakin güpegündüz çarşıda gezerken birisi hızlıca öksürse yerimden bir kere zıplardım. Çok defa rüyalarımda bile korkarak uyandığım geceler olurdu. İşte böyle evlat.
Ben sokağa çıktığım zaman, çocuklar bile beni birbirine gösterip korkağa bak! korkağa diye eğlenir, büyükler de kahkahalarla gülerdi. Düşün, evlat düşün bir erkek için bundan daha fazla bir ızdırap ve hicap ne olabilir. Artık memleketten kaçmaya karar vermiştim. Fakat nereye ve nasıl? derken askerlik çıktı. Ben asker değil ya ne olursa olsun memleketten ayrılmayı bin canla bekliyordum.
Sevine sevine askere gittim. Beni Trakya sınırında bir kışlaya doldurdular. Allah’tan olacak bütün askerin içinde benim memleketlim bir kişi bile yoktu, ben tamamı ile yabancı adamlar arasında idim. Fakat askerliğe bak ki beni daha ilk geceden gece yarısı nöbete hem de ta cümle kapısı nöbetine koymamışlar mı idi? Ben bu gece yarısı karanlıkta yapa yalnız orada nasıl beklerdim? Evvela bunu onbaşıya açarak yalvarmak ve beni gece nöbetine koymamasını söylemek istedim. Fakat burada da adım yazılacaktı. Ne olursa olsun korkudan ölsem bile korkaklığımı meydana vurmak istemedim. Gece titreye titreye nöbete gittim. Gözüme neler, neler görünmüyor muydu, zangır zangır titriyordum. Nöbetimin bitmesine pek az kalmıştı. Köşenin başında beliren bir karaltı bana doğru geliyordu. Eyvah eyvah dedim; gittikçe büyüyen bu gölge üzerime atılacak gibi oluyordu. Nasıl oldu, ne oldu bilmiyorum birdenbire ellerimi gölgenin boğazına geçirdim. Korkudan öyle bir sıkmıştım ki bütün parmaklarım gırtlağına geçmişti. İkimizde birer tarafa yuvarlandık. Ben korkudan bayılmıştım. Gürültüyü işiten devriyeler bizi kaldırmışlardı. Koğuşun sıcaklığında neden sonra kendime gelirken kulağıma şu sesler geliyordu.
- Yaşa be Şaban! varol! işte yiğit dediğin böyle olur. Asker dediğin böyle olur. Gözlerimi açmadan kulaklarımı diktim. Acaba alay mı ediyorlar, korkaklığımla burada da mı eğleniyorlar diye düşündüm, sözler devam ediyordu.
- Hınzır bir komita! ne zamandan beri kışlaya bomba atmaya, kundak koymaya dolaşıldığını biliyorduk fakat ele geçiremiyorduk. Nihayet bir kahraman askerimizin demir elleri altında can verdi. Daha çok merak ettim. Demek ki ben birisini öldürmüştüm. Komita denilen bir şeyi boğmuşum. Konuşan çavuşla zabit idi, bana bir cesaret geldi öksürerek, aksırarak ayıldım. Zabit gelip anlımda öptü ve;
- Sağol Şaban, varol kahraman asker diye sırtımı sığadı.
Nihayet anladım ki benim korku ile üzerine atılıp can havli ile boğazını sıktığım adam bir Bulgar komitacısı imiş. Aman Yarabbi eğer ben bunu evvelden bilse idim, daha karaltıyı görürken ölürdüm. Fakat şimdi içime hakikaten bir kahramanlık dolmuştu. Kendimde arslanları bile tutup çenelerini ikiye ayıracak kuvvet buluyordum. Ve o günden sonra adım kahraman Karaşaban! olmuştu. Kısa keseyim evlat, Balkan muharebesi oldu, günler geçti. Bizi terhis ettiler. Ben düşündüm. Memlekete dönsem orada yine korkak, yine nanemolla olarak yaşayacaktım. Ben o ödleğe varıp da korku bekçiliği mi? edeyim diyen tınaz çoban kızını görecektim. Belki de bana dudak büzerek alay edecekti. Memlekete gitmemeye karar verdim ve buraya geldim.
devam edecek…
07.10.2022
Süleyman Yapıcı
Günışığı Gazetesi